20110116

"Faros" çoğu zaman kendinsindir...


Bildiğim Ben


Kendimi resmedeceğime söz verdim; olduğum gibi..
Oturdum tuvalin karşısına.
Her fırçada renkler karıştı, önce palette...
Tuvaldeki aksim yamalarla oluşmuş.
Oysa olduğum gibi resmedecektim kendimi; söz vermiştim..
Ben mi kendimi tanımadım, bilmedim;
Yoksa, sorun kırık aynada mıydı?
Olduğum gibi resmedecektim kendimi oysa...

Can EREL


Endişeliydim; 
Dünyada iki kusursuz insan vardır: Biri doğmamış, diğeri  ise ölmüş insandır.” - Çin Özdeyişi
Bizleri insan yapan şey, Tanrının bizi yaratırken mayamıza kattığı kusurlardır.” - William Shakespeare
“"Kendini bil!" denilmesi, yalnız gururunu kırmak için değil, değerini de bildirmek içindir.” -Cicero
Hiçbir şey umduğumuz kadar basit değildir.” - Jim Horning
sözlerini duyuncaya dek...

Epictetus'un tariflediği Anavatan'ımdan ayrılışım ve sonrasında bu Faros'um aydınlattı yollumu çoğu zaman...

Öyle ise, düşünelim;
  • Kendimizi tanımak ve bilmek,
  • Bu süreçte kendimizin ve evrenin, ilahi güzelliklerinin ve sırlarının farkına varmaya başlamak,
  • İçimizin sevgi ile dolması,
için.. Ve gerçekleştirelim tüm bunları, daha iyi bir dünya için..



Can EREL

16.01.2011



Dip Not 1 Sevgi etkisi ve sevgi ile yapılacaklara sınır mı var?... Öncelikli olanda kendini tanımakta etkisidir; Ömer Hayyam'ın "Sevgi ile" şiirinde anıltılan gibi:
"Sevgiyle yoğrulmamışsa yüreğin
Tekkede , manastırda eremezsin
Bir kez gerçekten sevdin mi dünyada
Cennetin cehennemin üstündesin
 
Bir sır daha var, çözdüklerimden başka
Bir ışık daha var, bu ışıklardan başka
Hiç bir yaptığınla yetinme, geç öteye !
Bir şey daha var, bütün yaptıklarından başka"



Dip Not 2Bir İnsanın Anavatanı Çocukluğudur.” cümlesini duyduğum ilk anı hatırlıyorum... O anlara geri dönüp evimizin bahçesinde, Çember Sokak boyunca, belki de Pazar'a, Çamlık'a kadar arardım kendimi; anavatanımda... 

Dip Not 3Daha sonra araştırmıştım Epictetus’a ait olan bu deyişi ve her denememde bu arayış anavatanıma dönüş etkilerini sürdürdü. Bugün, bu tanımı ve ilgili bir anıyı yeniden  mesajda okuma fırsatını buldum; üniversite yıllarımdan bir arkadaşımın gönderiği mesajda... 

Bu mesajda yer alan Doğan CÜCELOĞLU anlatısını:
"Bir gün seminere başlamadan önce kısa boylu güler yüzlü birisi geldi, Hocam elinizi öpmek istiyorum, dedi. Ben el öptürmekten pek hoşlanmadığım için, yanaktan öpüşelim, dedim, öpüştük. Aramızda şöyle bir konuşma yer aldı:
- Hayrola, neden elimi öpmek istedin?
- Hocam, üç yıl önce sizin bir seminerinizi katıldım. Hayatım değişti. O seminerden sonra daha mutlu bir ailem var ve size teşekkür etmek istiyorum; onun için elinizi öpmek istedim.
- Ne oldu, nasıl oldu?
- Üç yıl önce şirketimizin organize ettiği iki günlük bir seminerde bizimle beraberdiniz. O seminerin bitişine doğru dediniz ki, “Bir insanın anavatanı çocukluğudur. Çocukluğunu doya doya yaşayamamış bir insanın mutlu olması çok zordur. Bir annenin, bir babanın en önemli görevi, çocuklarının çocukluğunu doya doya yaşamasına olanaklar yaratmaktır.”
Bir süre sustu, bir şey hatırlamak ister gibi düşündü, sonra konuşmaya devam etti:
- Hatta daha da ilerisi için söylediniz; dediniz ki, “Bir ulusun en önemli görevi çocuklarının çocukluğunu doya doya yaşamasına olanaklar yaratmaktır.” Ben bir baba olarak sizi duyduğum zaman kendi kendime düşündüm: Ben bir baba olarak çocuğumun çocukluğunu doya doya yaşamasına fırsatlar yaratıyor muyum? Böyle bir sorunun o zamana kadar hiç aklıma gelmediğini fark ettim. Ben ne yapıyorum, diye düşündüm. Benim yaptığım sanırım birçok babanın yaptığının aynısıydı. Dokuz yaşındaki oğlum ben işten eve gelince beni görmemeye, benden kaçmaya çalışıyordu. Neden kaçmaya çalışıyordu, biliyor musunuz, Hocam?
- Hayır, neden?
- Çünkü onu görünce hemen şu soruyu soruyordum. “Oğlum bugün ödevini yaptın mı?” Tuhaf tuhaf bakıyor, gözünü kaçırıyor, daha da sıkıştırınca, hayır anlamına gelen, “cık” sesini çıkarıyordu. Kızıyordum, söyleniyordum, “Niye yapmıyorsun ödevini!” diyordum. Aramızda sürekli tartışmalar, sürtüşmeler oluşuyordu. Tabii bunun sonucunda bütün aile huzursuz oluyordu.
Burada biraz sustu, soluklandı. Sanki hatırlamak istemediği anılar vardı; onların üstesinden gelmeye çalışıyordu. Sonra konuşmaya devam etti:
- Ben sizin seminerinizden çıktıktan sonra düşünmeye başladım. “Ben ne biçim babayım,” diye kendime sordum. Seminer için geldiğim İstanbul’dan çalışma yerim olan Kayseri’ye gidinceye kadar düşündüm; otobüste bütün gece düşündüm ve sonra kendi kendime dedim ki, eşimle konuşayım, biz birlikte bir karar alalım. Diyelim ki bu çocuk isterse beş yıl sınıfta kalsın, ama doya doya çocukluğunu yaşasın.
- Radikal bir karar!
- Evet, uçta bir karar, ama bu karar içime çok iyi geldi, Hocam. Gerginliğim, üzüntüm gitti, içim rahat etti. Ben eve gelince eşime dedim ki, hadi gel otur, konuşalım. Yemekten sonra oturduk konuştuk, çocuklar yattı biz konuşmaya devam ettik. Seminerde anlatılanları aktardım, böyle böyle böyle diye izah ettim ona ve en nihayet dedim ki, ya benim gönlümden ne geçiyor sana söyleyeyim. Bizim oğlumuz var ya bizim oğlumuz, o isterse beş yıl sınıfta kalsın, ama çocukluğunu yaşasın! Şimdiye kadar onun çocukluğunu yaşamasıyla ile ilgili pek bir çaba göstermedik, bir bilinç göstermedik, oluruna bıraktık. Gel şimdi değiştirelim bunu.
- Eşiniz ne dedi?
- Hocam biliyor musun ne oldu?
- Ne oldu?
- Karım hayretle bana baktı ve dedi ki, “Bu ne biçim seminer be! Kim bu adam? Öyle şey mi olur; yok bizim ki çocukluğunu yaşayacakmış! Bizim çocuk çocukluğunu yaşarken öbürküler sınıflarını geçecek ilerleyecek! Öyle şey olmaz.”
- Anlıyorum; anne olarak çocuğunun geride kalmasını istemiyor, kaygılanıyor!
- Fakat hocam ben pes etmedim, bırakmadım, mücadeleye devam ettim. Her gün, her akşam gece yarılarına kadar karımla konuştum. Üç gecenin sonunda bana, peki ne halin varsa gör, dedi.
- Pes etti, yani. Peki, sen ne yaptın?
- İşte onu dediği günün sabahı eşofmanımı, ayakkabımı şöyle kapının yanına bıraktım işe gittim; işten dönünce oğlumun gözüne baktım ve dedim ki, oğlum bugün doya doya oynadın mı? Bana hayretle baktı ve “Hayır!” anlamına gelen “cıkk” dedi. O zaman, hadi gel beraber aşağıya ineceğiz, oynayacağız, dedim. Eşofmanımı giydim, ayakkabımı giydim, onunla beraber sokağa çıktık. Pencereden arkadaşları bakıyorlarmış, onlar da sokağa çıktılar; birlikte sokakta oyun oynadık. Akşam saat altıdan sekiz buçuğa kadar sokaktaydık. Eve gelince toz toprak içindeyiz, beraber banyoya girdik, duş yaptık. Havluyla kuruladım, çok mutluyduk ve o günden sonra işten dönünce her gün onunla oynamaya başladım. Her gün, her gün, her gün oynadım. Yedi gün sekiz gün sonraydı galiba, bir gün banyodan çıkarken onu kuruluyorum havluyla, kolumu tuttu, bana döndü ve dedi ki, baba ya, ben seni çok seviyorum. Hocam nefesim durdu, gözüm yaşardı, konuşamadım. Çünkü farkına vardım ki, şimdiye kadar sevdiğini hiç söylememişti. Düşündüm, şimdiye kadar hiç söylemediğinin farkında değildim; belki ömür boyu söylemeyecekti. “Ne büyük tehlike!” diye düşündüm. Ömür boyu onun bana bu cümleyi söylemediğinin farkında olmayacaktım.
- Demek farkına vardın, seni kutlarım. Senin farkına vardığın bu durum birçok anne ve babanın farkında olmadığı gizil, örtük ama önemli bir tehlike!
- İçimde bir şükür duygusu, havluyla çocuğumu kuruladım ve giydirdim ve artık her gün oyun oynamaya devam ettik. Zaman geçti, iki hafta sonra okul, öğretmen veli buluşması için okula davet etti. Daha önceki veli buluşmalarında öğretmen, “Sizin oğlunuz akıllı bir çocuk, ama ödevleri kargacık burgacık yazıyor, dikkat etmiyor. Sınıfta arkadaşlarını rahatsız ediyor, onları itiyor kakıyor, lütfen onunla konuşun. Ödevlerine ilgi gösterin, sınıfta arkadaşlarını rahatsız etmesin. Ödevlerini doğru dürüst yapsın,” demişti. O nedenle öğretmen buluşmasına gitmekten çekiniyordum. Bu davet gelince ben eşime dedim ki, hadi okuldaki buluşmaya beraber gidelim! Yok, dedi, sen tek başına gideceksin, ben gelmeyeceğim.
- Eşiniz gelmek istemedi!
- Hayır istemedi. Ya beraber gidelim, diye ısrar ettim hayır hayır sen yalnız gideceksin dedi. Ben yalnız gittim ve diğer veliler geldikçe sıra bende olduğu halde sıranın arkasına geçtim, sıranın arkasına geçtim ki başka kimse olmadan öğretmenle konuşayım, diye. Mahcup olacağımı düşünüyordum. Her şeyin daha kötüye gittiğini düşünüyordum. En nihayet bütün veliler öğretmenle konuşmalarını bitirip gittiler. Sıra bende! Öğretmenin karşısına geçtim, bana baktı gülümsedi, siz ne yaptınız bu çocuğa, dedi. Hiç cevap vermedim, önüme baktım. Lütfen söyleyin ne yaptınız bu çocuğa, dedi. “Çok mu kötü hocam?” diye sordum. Gülümsedi, hayır, kötü değil, dedi. “Artık sınıfta arkadaşlarını hiç rahatsız etmiyor, ödevleri iyileşti, tam istediğim öğrenci oldu. Ne yaptınız bu çocuğa siz?”
- Herhalde bir baba olarak çok mutlu oldunuz?
- Hocam biliyor musunuz öğretmenin karşısında ağlamaya başladım. İnanamıyordum kulağıma, içimden, vay evladım, biz sana ne yaptık şimdiye kadar, duygusu vardı. Eve geldim, karım yüzüme baktı, gözlerim ağlamaktan kıpkırmızı. “O kadar mı kötü?” diye sordu. Ona da cevap veremedim Hocam, ona da cevap veremedim! Ağladım. Daha sonra anlattım. Hocam onun için sizin elinizi öpmek istedim, teşekkür ediyorum. Benim oğlumun ve onun küçüğü kızımın hayatını kurtardınız. Ailemin mutluluğu kurtuldu. Hakikaten bir insanın anavatanı çocukluğuymuş. Anavatanı mutlu olan bir çocuk çalışmasını, okulunu her şeyini bütün gücüyle yapar ve orada başarılı olurmuş.
“Gel seni yeniden kucaklayayım!” dedim. Kucaklaştık.
“Çocuklar Gülsün diye!” yaşayalım. Çünkü insanın anavatanı çocukluğudur. Çocuklar gülerek, oynayarak büyürse, sonunda büyükler güler. Büyükler mutlu olup gülümseyince tüm ülke, tüm insanlık güler. Çocukların gülmesine hizmet veren herkese selam olsun!"

Doğan CÜCELOĞLU

Dip Not 4: ..
"Affan dedeye para saydım,  Sattı bana çocukluğumu.  
Artık ne yaşım var ne de adım; Bilmiyorum kim olduğumu.  
Hiç bir şey sorulmasın benden; Haberim yok olan bitenden.  
Bu bahar havası, bu bahçe;  Havuzda su şırıl şırıldır.  
Uçurtmam bulutlardan yüce,  Zıpzıplarım pırıl pırıldır.  
Ne güzel dönüyor çemberim;  Hiç bitmese horoz şekerim!" 
Cahit Sıtkı TARANCI (Çocukluk)

http://canerel.blogspot.com/ adresinde yer alan ""Kendini Bil"mek..." bu yazının "Kendini Bil"mek yönünde geliştirilmişidir.. 

7 yorum:

  1. Sorun ne sende, ne fircada, ne palette, ne aynada.... Sorun onlerine ufaltici mercek konsa dahi kendilerini dev aynasinda gorenlerde...
    Suleyman

    YanıtlaSil
  2. Daha once Marie Curie'nin "İnsanlar konusunda daha az, fikirler konusunda daha çok meraklı olun." öğretisine uyum sağlamaya çalıştığım için, optik yanılsamalara sahip olanlar da dahil baskalarına merak ile enerji harcamak yerine kendimle uğraşmaktayım..

    YanıtlaSil
  3. Gazan mubarek olsun. Hedef birey ise haklisin.

    Ama amac toplum ise durum biraz degisik. "Sistem"lerin karmasikligi malum, her elemanin kendi basina mukemmel olmasi sistemin mukemmel olmasi anlamina gelmiyor (non-linear coupling). Toplum gibi karmasik bir sistemin optimizasyonunda bireyler diger elemanlarla etkilesimlerine aldirmak zorunda. Tabii once fikir bazinda, ama yilanin tabiati icabi sokmasina sasirmadan....

    YanıtlaSil
  4. Bugün yaptığım bir yazışma... Kenarda kalsın istemedim:



    ---------- Forwarded message ----------
    From: Can EREL
    Date: 2013/8/1
    Subject: Fwd: Takdir ve Teşekkür
    To: Dilek Coskun


    Dilek hanım;

    Selamlar.. Paylaşımınıza teşekkürler..

    Tarihimizden gelen "marifet iltifata tabidir!" deyişi de bu konuyu açıklar ancak, ben, "takdir" konusuna "tanıklık ve yapıcı geri besleme" bütünü ile bakarım...

    Bu yaklaşımımın tam da karşılığını Doğan CÜCELOĞLU'nun "Siz Kimin Tanığısınız?" değerlendirmesinde bulmuştum; hele "ilişki içinde her bir insanın bir tanıklık katsayısı vardır. Bazı insanlar bizim için daha güçlü tanıklardır." cümlesi...

    Bu cümle sosyal yaşamda da, iş yaşamında da takdirin anlamını da dikkat etmesi egreken seviyeyi de çok güzel işaret eder...

    İlgili linki sizinle de paylaşayım: http://www.dogancuceloglu.com/yazilar/730-siz-kimin-tanigisiniz

    Var olduğumuzu hissettiren tanıklardan mahrum kalmamayı diliyerek...

    Sevgi ile esen kalınız,
    Can EREL


    ---------- Forwarded message ----------
    From: Dilek Coskun
    Date: 2013/8/1
    Subject: Takdir ve Teşekkür
    To: Can EREL


    Küçük büyük, yediden yetmişe herkesin takdir edilme ihtiyacının olduğu hepimizin kabul edebileceği bir gerçektir. Çalışılarak kazanılan sonucun, emek verilerek gelinen noktanın, doğası gereği ya da farkındalıkla kazanılan erdemli duruşun takdiri, takdir edilen unsurun katlanarak çoğalmasına sebep olur. Örneğin sıklıkla yaptığımız teşekkür etmek de aslında takdir etmenin basit bir şeklidir.

    Her ne kadar bazılarımız için zaman zaman takdir etmeye değer davranışları bulmak ya da görmek zor olsa da, fazla katı davranmadan, hadi bu da böyle olsun diyerek mevcut haliyle kabul etmek ve o sihirli kelimeleri zorla olsa da dudaklarımızdan dökmek önce kendimize iyi gelecektir.

    Takdir etme alışkanlığını geliştirmek için ufak ufak alıştırmalarla başlamak hem takdir etmenin insanın kendi kendine hissettireceği hazzı hem de karşı tarafta yaratacağı olumlu etkiyi deneyimlemesi açısından etkili bir pratik olacaktır. Takdire konu eylem ya da davranışın illa bizimle alakalı olması da gerekmez. İyi-hoş tespitlerimiz kendimizden bağımsız da takdir edilebilir.

    Ailemiz, partnerimiz, arkadaşlarımız, komşularımız, çalışanlarımız, iş verenlerimiz, iş arkadaşlarımız, ortaklarımız, alış-veriş yaptıklarımız, bize hizmet verenler, bizim hizmet verdiklerimiz.. diyerek hemen birilerinden başlayabiliriz.

    Başa dönersek küçük büyük, yediden yetmişe herkesin takdir edilmek kadar takdir etmeye de ihtiyacı vardır. Takdir etmekte, takdir edilmekte geliştirici ve değiştiricidir.

    Saygılarımla,
    Dilek Coşkun


    Dilek Coskun
    Executive & Life Coach

    YanıtlaSil
  5. Alıntı:

    Övgü, çocuklara nasıl zarar veriyor?
    Özgür BOLAT
    5 Eylül 2013

    Yıl, 1957. Yer, Yale Üniversitesi psikoloji laboratuarı.

    Prof. Curt Richter, fareleri tek tek içi su dolu kaplara koyuyor.

    Fareler yüzerek kurtulmaya çalışıyor. Ama maalesef fareler yoruluyor ve boğularak can veriyor.

    Prof. Richter, farelerin ortalama 15 dakika yüzdüğünü keşfediyor.

    Deneyin ikinci kısmında, bir grup yeni fareyi tekrar suya bırakıyor ama bu sefer 15 dakika dolmadan önce kabın su miktarını artırıyor.

    Su miktarı artınca fareler yüzerek kabın dışına çıkıp boğulmaktan kurtuluyor. Yani, Richter bu farelerde “Ben başardım” duygusu yaratıyor.

    Daha sonra aynı fareleri tekrar su dolu kaba koyuyor. Sizce “Ben başardım” duygusuna sahip fareler, bu sefer ne kadar yüzmüştür?

    Normalde 15 dakika yüzen fareler bu sefer tam 72 saat yüzüyor.

    Neden?

    Çünkü bu fareler biliyor ki başarı onların kontrolü altında. “Başarı benim kontrolümde” duygusu da çabayı ve azmi getiriyor.

    Aynı şekilde bu duyguya sahip çocuk inanılmaz azimli oluyor. Övgü, çocuklarda “başarı benim kontrolümde” duygusu yaratır mı?

    BAĞIMLILIK DUYGUSU

    Sanılanın aksine övmek, çocuğun elinden kontrol duygusunu alıyor ve güçsüzlük duygusu yaratıyor.

    Sürekli övülen çocuk ailesinin ya da öğretmenin yargılarına bağımlı hale geliyor. Kendi özdeğerlendirmesini yapamıyor. Kendi yargısını oluşturamıyor.

    Değerlendirme işini övgüyü sunana bırakıyor. Ona bağımlı oluyor.

    Bağımlılık duygusu da “Başarı ölçütleri benim değil, ailemin/öğretmenimin kontrolünde” düşüncesi yaratıyor.

    Aile ya da öğretmen güzel derse mutlu oluyor, kötü derse mutsuz oluyor. Kendisini değerlendirme özgürlüğü elinden alınıyor.

    SAĞLIKLI AYRILMA

    Aslında bir ailenin en büyük görevi, kendine bağımlı olan çocuğu en sağlıklı şekilde bağımsız hale getirmek. Ama övgü bu bağımlılığı daha da artırıyor.

    Yargıda bulunan taraf güçlü durumda oluyor. Aile çocuğu överek aslında bir güç dengesi yaratıyor. Çocuğa ben güçlüyüm, sen güçsüzsün mesajı veriyor.

    Övgü bir nevi çocukları aşağılıyor.

    İLİŞKİLER

    Övgü aslında ilişkileri de bozuyor.

    En fazla övgü sunan aileler, aynı zamanda en fazla eleştiren aileler.

    Çünkü her ikisinin özünde de kontrol etme ve bağımlılık yaratma dürtüsü var.

    Hatta bazı aileler çocuklarının utangaç olduğunu zannederken, onların arkadaşları arasında çok sosyal olduğunu gözlemler.

    Neden? Çünkü çocuk ailesinin yanında yargılandığı (olumlu ya da olumsuz) için, çok konuşmuyor

    VASAT İŞ BEKLENTİSİ

    Sürekli övgüde bulunan aile ya da öğretmen bazen vasat işleri de övüyor. Bu da çocukta tavan etkisi yaratır. Yani çocuk “Benim sıradan işim övülüyorsa, benim yapabileceğim en iyi iş bu.” diye düşünüyor.

    Ya da çocuk en üst sınırını biliyorsa ama vasat iş övülüyorsa, vasat işler yaparak durumu idare edebileceğini düşünüyor. Daha iyi yapmayı bırakıyor.

    Peki, övmek yerine ne yapmalı?

    TANIKLIK SİSTEMİ

    Övmek yerine, sadece çocuğun yaptığını görmek ve onu söylemek gerekiyor.
    Başka bir deyişle, Doğan Hoca’nın (Cüceloğlu) deyimiyle sadece ona tanıklık etmek gerekiyor.

    “Bülent çok çalıştı” demek yerine, “Bülent bir haftadır odasında çalıştı” demeli.

    “Çok” sözcüğü bir övgüdür. Ama ikinci cümle sadece tanıklıktır. Ben senin ne yaptığını gördüm, mesajı verir.

    “Taylan çok güzel masayı topladı.” demek övgüdür, “Babası bak, Taylan masayı topladı.” demek tanıklıktır. Övgüsüzdür ve olanı olduğu gibi söylemektir.

    Övgü çocuğun elinden kontrolü alır ve onu güçsüzleştirir, ama tanıklık kontrolü ona verir.

    Kontrolü kendinde hisseden çocuğu da kimse durduramaz.

    YanıtlaSil
  6. Bu yorum yazar tarafından silindi.

    YanıtlaSil
  7. Şimdi gelelim Can'ca yoruma:

    Bizim "Marifet İltifata Tabidir" sözüne iki anlam verilebilir:
    1. İltifat et; ki marifetimi göstereyim.
    2. Ancak marifet iltifatı hakkeder.

    Bence ilk söylendiğinde de gerçek anlamı ile ifade edilmişti ama entropi (iş yapma yeteneği olmayan enerji) sürekli artar ya!
    Zamanla "iltifat marifete tâbidir!" kısmı kaybolmuş...

    İnsan kolaycılığı anlamı farklılaştırıyor!.

    Boltzmann gözün çıkmasın; nerden tanımladın Termodinamiğin İkinci Kanununu...

    YanıtlaSil